Çevre Hukukunun Tanımı, Nitelikleri, Temel İlkeleri, Çevre Hakkının Tanımı, Türk Hukukunda Çevre Hakkı
Çevre Hukuku dersinde faydalanılabilecek diğer kaynakları şu adresten kontrol edebilirsiniz. Kaynaklar hocanın önerdiği veya derse katılan arkadaşlardan alınmış bilgiler değil ne yazık ki. Bu ders ile ilgili herhangi bir not bulamayınca internetten birşeyler derlemeye çalıştım. Umarım faydalı olur.
Çevre Hukukunun Tanımı
Çevre sorunlarındaki artış aynı zamanda çevre ile ilgili tedbir alınması gerekliliğini de ortaya çıkarmış, çevresel değerlerin hukuki güvence altına alınması amacıyla çevreye ilişkin hükümler Anayasa, Kanun ve Yönetmeliklerde ve özellikle uluslararası sözleşmelerde yer almaya başlamıştır. İşte çevre hukuku, çevrenin korunması amacını taşıyan tüm hukuk normlarını kapsayan bir hukuk alanıdır. Diğer bir deyişle insanın doğal yaşam alanının gelişimi, bakımı ve korunmasını sağlayacak kurallar bütününe çevre hukuku denir. Buradan hareketle çevre hukukunun amacı, çok kısa olarak belirtilirse, çevrenin korunmasıdır.
Çevre Hukukunun Doğuşu
Her ne kadar çevrenin korunmasına ilişkin düzenlemelere eski hukuk sistemlerinde de (Roma Hukuku, İslam Hukuku vb.) rastlanılmaktaysa da, esas itibariyle bir hukuk disiplini olarak çevre hukukunun doğuşu 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra karşımıza çıkmaktadır.
Özellikle 20. yüzyılda yaşanan teknolojik gelişmeler ve bu gelişmelere bağlı olarak yaşanan hızlı sanayileşme, sanayi atıklarının çevre üzerindeki olumsuz etkileri, insan ve çevre sağlığını tehdit edici boyutlara ulaşmıştır. Bu tehlike küresel ısınma, kuraklık, iklim değişikliği, içme suyu kaynaklarının azalması şeklinde göz ardı edilemeyecek seviyeye ulaşmıştır. Çevre sorunlarındaki artış aynı zamanda çevre ile ilgili tedbir alınması gerekliliğini de ortaya çıkarmış, çevresel değerlerin hukuki güvence altına alınması amacıyla çevreye ilişkin hükümler Anayasa, Kanun ve Yönetmeliklerde yer almaya başlamıştır.
Ayrıca küresel bir boyut kazanan çevre kirliliğin önlenmesi, çevrenin korunması, iyileştirilmesi, doğal kaynaklarla ilgili koruma ve kullanım esaslarının belirlenmesine yönelik uluslararası antlaşmalar, çevre ile ilgili yargı kararları ve bu yargı kararları sonucu ortaya çıkan içtihatlar, çevre hukuku ile ilgili gelişmelerdir.
Çevrenin korunması ve çevre kirliliği problemi, kirliliğin kaynağı olan ülke ile sınırlı kalmamakta dünya üzerinde var olan diğer devletleri ve insanları da etkilemekte ve ilgilendirmektedir. Bunun tabi sonucu olarak, çevre ile ilgili birtakım Devletlerarası düzenlemelerin yapılması da zorunluluk olduğundan, çevrenin korunması ve çevre kirliliğinin önlenmesi için birtakım devletlerarası çalışmalar ve toplantılar tertip edilmiştir.
Çevre hakkı ile ilgili gelişmeler 1982 Anayasamızda da yer bulmuştur. Anayasa md. 56’da; “Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevrenin kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşın ödevidir.” hükmü yer almıştır. 09.08.1983 tarihinde 2872 sayılı Çevre Kanunu yayımlanmıştır. Bu Kanununa istinaden birçok yönetmelik, genelge ve tebliğ yayınlanmaya devam etmektedir.
Anayasa ve kanunla hukuki güvence altına alınan, yönetmeliklerle açıklanan çevre hakkı ve çevre ile ilgili uyulması gereken usul ve esasların denetimi, Çevre Bakanlığı’nın 2001 yılında tamamlanan taşra teşkilatlanması ile daha da işlerlik kazanmıştır. 2872 sayılı Kanun, 26.04.2006 tarih ve 5491 sayılı Kanun ile revize edilmiş ve çevre kirliliğine neden olduğu tespit edilen kurum, kuruluş ve işletmelere ağır yaptırımlar getirmiştir. 2872 sayılı Çevre Kanunu’nda (5491 ile değişik) idari yaptırım ön görülen çevre suçları 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun yürürlüğe girmesi ile ayrı bir boyut kazanmıştır. Dünya üzerinde ilk kez Türkiye’de kabul edilen bir Ceza Kanunu’nda yasanın amaçlarından birinin çevreyi korumak olduğu belirtilmektedir. 5237 sayılı Kanunun 181. maddesinde “Çevrenin Kasten Kirletilmesi” suçu düzenlenmiş ve bu suç için hapis cezası, 182. maddesinde “Çevrenin Taksirle Kirletilmesi” suçu düzenlenerek karşılığında adli para cezası öngörülmüştür.
Ayrıca Türk Ceza Kanunu “Bu kanun kapsamında kovuşturma ve soruşturma gereken bir fiilin ilgili makamlara bildirilmemesi, hatta bu hususta gecikme gösterilmesi halinde ilgili kamu personeli hakkında da işlem yapılacağını” hüküm altına almıştır. Bunun anlamı çevre kirliliği ile ilgili her tespitte konunun Türk Ceza Kanununun ilgili hükümleri kapsamında değerlendirilmek üzere Cumhuriyet Savcılıklarına bildirileceği, Savcılıkların talebine istinaden Sulh Ceza Mahkemeleri nezdinde kamu davası açılabileceğidir. Çevre kirliliği ile ilgili olarak herkesin yürütme organlarına müracaat hakkı vardır. Bu hak 2872 sayılı Çevre Kanununun 30. Maddesinde yer alan “Çevreyi kirleten veya bozan bir faaliyetten zarar gören veya haberdar olan herkes ilgili mercilere başvurarak faaliyetle ilgili gerekli önlemlerin alınmasını veya faaliyetin durdurulmasını isteyebilir.” şeklinde düzenlenmiştir. Daha sağlıklı ve yaşanabilir bir çevre, ancak bu konuda toplumsal bilincin artması ve herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip çıkması ile mümkün olabilecektir.
Çevre Hukukunun Nitelikleri
Çevre hukuku bazı temel özelliklere sahiptir. Öncelikle çevre hukukunun koruduğu değer üzerinde, ilgili ülkenin yanında, sair ülkelerin hatta tüm bir insanlığın menfaatinin olduğunu belirtmek gerekir. Özellikle tüm Dünya’ya mal olmuş tarihi eserler, ekolojik ve doğal güzellikler ve temiz çevre üzerinde tüm insanlığın menfaati olduğu kabul edilmektedir. Bu nedenle bu tür değerler dünya mirası olarak kabul edilmekte, ortak koruma projeleri ve global düzenlemelerle koruma altına alınmaktadır.
Yukarıda belirtilen nitelikteki değerleri koruma altına alan mevzuatı kapsayan çevre hukukunun da çeşitli özelliklere sahip olması gerekir. Bu nitelikleri beş başlık altında kısaca şöyle değerlendirebiliriz.
Düzenleyici Özelliği
Çevre hukukun temel amacı, çevreyi hukuk kuralları ve hukuksal düzenlemeler yoluyla korumak olduğuna göre, getiren düzenlemelerin bir özelliğinin de çevrenin bozulmasını önlemek olduğunu vurgulamak gerekir. Çevre hukuku burada, cezalandırıcı ve tamir edici özelliğinden çok koruyucu özelliği ile dikkat çekmektedir. Örneğin çevreye muhtemel zararlı etkisi olabilecek bir projenin hayata geçirilmesi için, Çevresel Etki Değerlendirme Raporu hazırlamasının bir ön şart olarak yasada yer almaktadır. Bu raporu hazırlamayanların faaliyetlerine izin verilmemesi, çevre hukukunun kişilerin davranışlarına nasıl yön vermeyi amaçladığını ve bu şekilde çevreyi daha zarar görmeden korumak istediğini gösteren en iyi örneklerden biridir.
Yasaklayıcı Özelliği
Çevre hukukunun bir başka özelliği de çevreye zarar veren faaliyetleri yasaklamasıdır. Diğer bir deyişle çevre hukuku, çevreye zarar veren eylemleri yasaklayarak olası çevre zararlarının önüne geçmeyi amaçlamaktadır. Örneğin çevreye kirletici atıklar bırakan bir üretim tesisinin faaliyetinin durdurulması çevre hukukunun yasaklayıcı özelliğinin bir sonucudur.
Çevre hukukunda yasaklayıcılık, uyulmaması halinde cezai müeyyide gerektiren faaliyetleri kapsadığı gibi, karşılığında her hangi bir cezai müeyyide uygulanmayan fakat ihlal eden şahsı hukuki himayeden mahrum eden ve söz konusu faaliyetten men eden bir niteliğe sahip faaliyetleri de kapsamaktadır. Ancak çevre hukukunda bunlar daha çok ihlali halinde cezai müeyyideler şeklinde görülmektedir.
Evrensel Oluşu
Çevre hukukunun ortaya çıkmaya başlamasında 1972 Stocholm Konferansının (Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı) bir dönüm noktası olduğu kabul edilmektedir. Çevre sorunlarını ilk olarak ve en geniş çapta dünya kamuoyuna duyuran bu konferans çevre hukukuna evrensel nitelik kazandıran en önemli unsurlardan biridir.
Çevre sorunlarının etki alanları sınır tanımamakta, bir bölgede ortaya çıkan bir çevre sorunu Dünya’nın diğer bölgelerinde de olumsuz sonuçlar doğurabilmektir. Özellikle su ve hava kirlenmesi ile nükleer sızıntılarda bunu açık olarak görülmektedir. Bazı hallerde de çevre sorunu bütün ülkelerin ortak etkileri sonucu ortaya çıkmaktadır. Örneğin, kutuplarda buzulların erimesi, atmosferde karbondioksit birikmesi, ozon tabakasının incelmesi gibi. İşte bu gibi hallerde, ortaya çıkan sorunun çözümü de ülkelerin ortak hareket etmesini ve benzer nitelikte yasal hükümler koymalarını, ikili veya çok taraflı sözleşmelerle çözüm aramalarını gerekli kılmıştır. Bütün bu haller, çevre hukukunun ne denli evrensel bir nitelik taşıdığını ortaya koymaktadır.
Yaptırımların Özelliği
Çevre hukukunun çevre korumada etkin olarak kullanılması, koymuş olduğu kurallara uyulmaması halinde bazı yaptırımların uygulanmasını zorunlu hale getirmektedir. Ülkeden ülkeye değişen farklı müeyyideler mevcut ise de en fazla karşılaşılan müeyyideler cezai müeyyideler ve tazminat yükümlülüğü gibi yaptırımlardır.
Öngörülen cezai müeyyideler hapis cezası olabileceği gibi, para cezası da olabilmektedir. Miktar olarak para cezaları genellikle, şahıs ve ticaret şirketlerinde farklılık arz etmektedir. Ticaret şirketleri genellikle çok daha büyük miktarda para cezasına çarptırılmaktadır.
Disiplinlerarası Olma Özelliği
Çevre hukukunun bir başka önemli niteliği de diğer disiplinlerle sıkı bağlantıları ve bilgi akışının gereği ve hukukun, diğer bilim dallarının ürettiği çözümlerin ve çevre korumada önemli olan verilerin kullanılmasında nihai araç olarak kullanılmasıdır. Çevre hukuku diğer bilim dallarından özellikle biyoloji, ekoloji ve kimya ile çok sıkı işbirliği halinde olmalıdır. Çevre hukukunun öncelikle korumaya çalıştığı kavramlar doğrudan doğruya ekolojik sistemin bir parçasıdır. Örneğin bir bitki veya hayvan türünün korumaya alınması için onun yaşama alanının da korunması gerekmektedir.
Örneğin çevre hukuku kirlenme konusunda da koruyucu hükümler içerir. Çevre unsurlarından hava, su ve toprak kirliliğinin ve kimyasal bileşenlerinin ne ölçüde bozulduğunun bilgisini yine kimya biliminden elde etmemiz gerekmektedir.
Ayrıca çevre hukuku ekonomi, sosyoloji, şehircilik gibi diğer bilim dallarının da çevre hukuku ile sıkı bağlantısı olduğuna değinmek gerekmektedir.
Bunun haricinde çevre hukukunun, hukukun diğer dalları ile de çok sıkı ilişkisi vardır. Özellikle uluslararası hukuk, anayasa hukuku, medeni hukuk, ceza hukuku gibi hukuk dalları ile çevre hukukunun çok sıkı bağlantılı olduğu açıktır.
Bütün bu özelliklerinin yanı sıra çevre hukukunun maddeselleşmeyen son bir niteliğinden de söz etmek gerekmektedir. Çevre hukuku ayrıca “dinamik” bir yapıya sahiptir. Diğer bir deyişle bu nitelik, çevresel gereksinmelere uyarlanabilir, esnek yapıya sahip olma özelliğidir. Her geçen gün ortaya çıkan yeni bilimsel keşifler bilgiler ve toplumsal gereksinmeler doğrultusunda insan ve çevre ilişkilerini düzenlemek durumunda olan çevre hukuku, bütün bu gelişmelere ayak uydurmak için esnek olmak ve bu gelişmeleri hukuk disiplinine uydurmak zorundadır.
Çevre Hukukunun Temel İlkeleri
2872 sayılı Çevre Kanununun “İlkeler” başlıklı 3’üncü maddesine göre “çevrenin korunmasına, iyileştirilmesine ve kirliliğin önlenmesine ilişkin genel ilkeler şunlardır” denilerek 10 bend halinde verilmiştir. Kanunda verilen bu ilkeler arasında genel bir anlam bütünlüğü sağlamak ve evrensel olarak kabul gören temel ilkelere yer verilmesi amacıyla çevre hukukunun temel ilkeleri beş başlık altına toplanmıştır.
Kirleten Öder İlkesi
Kirleten öder ilkesi çevre hukukunun ortaya çıkış itibariyle ilk ilkesidir. Bunun nedeni kirliliklerin yaygınlaşması üzerine, kirletenlerin üstüne gidilmesidir. Kirleten öder ilkesi “genel olarak, çevresel zararlara neden olan kişilere sebep oldukları zararlarla mücadelenin bedelinin ödettirilmesini amaçlamaktadır”. Kirleten öder ilkesi bu bağlamda, çevresel kirlenmeden kimin sorumlu tutulacağını ve bu sorumluluğun nasıl gerçekleştirileceğini açıklamaya çalışmaktadır. Kirletenlere ödettirme fikrinin kabul edilmesini takiben onu gerçekleştirmenin yolları bulunup; zaman içerisinde geliştirilmiş ve bu vesileyle ilkenin kapsamında da başlangıçtaki durumuna kıyasla farklılıklar ortaya çıkmıştır. Bahse konu ilke çıkışı itibariyle ekonomik nitelik taşıyor olsa da, zamanla hukuki bir ilke haline gelmiştir.
Bu ilke, ilk defa 1972 yılında OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü) tarafından kabul edilmiş ve çevre kirliliğinin önlenmesinin yollarından biri olarak ileri sürülmüş ve bu kuruluş tarafından kapsamı ve etkinliği giderek genişletilmiştir. Kirleten öder ilkesi sonraki süreçlerde bölgesel ve uluslararası metinlerde (örneğin Rio Bildirgesinde “çevre maliyetleri” başlığı altında) ve ulusal düzeydeki yasal mevzuatta kendisine yer bulmaya başlamıştır. Nitekim ülkemizde de bu ilkenin yasal mevzuata girdiğini ifade etmek gerekir. Çevre Kanunumuzun “İlkeler” başlıklı 3’üncü maddesinin g bendinde kirleten öder ilkesine ayrıntılı bir biçimde yer verilmiştir. İlgili düzenlemede “kirlenme ve bozulmanın önlenmesi, sınırlandırılması, giderilmesi ve çevrenin iyileştirilmesi için yapılan harcamalar kirleten veya bozulmaya neden olan tarafından karşılanır” denilmek suretiyle ilkeye vurgu yapılmıştır.
İlkeyi tanımlayan sözcüklerden hareket edilecek olursa ilgili ilke ile kirliliğin bedelinin kirletene ödettirilmesi ya da kirletenin kirliliğin maliyetine katlanması kastedilmiş olmaktadır. Nitekim ülkemizde de 2010 yılında çıkarılan Atıksu Altyapı ve Evsel Katı Atık Bertaraf Tesisleri Tarifelerinin Belirlenmesine İlişkin Yönetmeliğin tanımlara ilişkim 4’üncü maddesinin ı bendinde “kirleten öder ilkesi atıkların oluşturduğu veya oluşturması muhtemel çevresel kirlenme ve bozulmayı önlemek, sınırlandırmak, gidermek ve çevrenin iyileştirilmesini sağlamak için yapılan ve/veya yapılacak tüm yatırımların ve harcamaların kirletenler veya bozulmaya neden olanlar tarafından karşılanacağı” ilkesi olarak tanımlanmıştır. İlkenin ekonomik kökenli tanımında ise dışsallıkların içselleştirilmesinden; yani kirletenin çevrenin kabul edilebilir bir durumda olmasını sağlamak için kamu otoritelerince belirlenen kirliliği önleme ve kontrol yöntemlerinin masraflarına katlanmasıdır. Böylece bu masrafların ilgili mal ve hizmetlerin maliyetine yansıtılacağı (dışsallıkların içselleştirileceği); kirliliğin sosyal maliyetini belli ölçüde yüklenmek durumunda olan kirleticinin sınırlı çevresel varlıkları rasyonel olarak kullanacağı varsayılmıştı. Dolayısıyla temel beklenti, maliyet-fiyat ilişkisiyle çevresel kaynakların piyasada daha iyi dağılımını sağlayarak, bunların da diğer üretim araçları gibi ekonomik bir kullanıma kavuşturulması olmaktadır.
Kirliliğin önlenmesi ve kontrolü ifadesi önce önlemeye, sonra kontrole vurgu yapar. Dolayısıyla kirleten önce kirlenme olasılığını önlemek için gerekli tedbirleri alacak ve bunun masraflarını karşılayacaktır. Bu önlemlerin hiç alınmamış olması ya da gerektiği şekilde alınmamış olması dolayısıyla ortaya çıkacak kirlilikle mücadele için gerekenleri yapma ve bunların masraflarına katlanma da yine kirletene ait bir ödevdir (kontrol altına alma ve giderme). Önlemlerin kirletence alınmasının beklenemeyeceği çevre kazası gibi hallerde ise alınması gereken önlemler kamu otoritelerince yerine getirilmekte; ancak bunların masrafları kirletenden tahsil edilmektedir. Böyle durumlarda yetkililerin ilk harcamaları yapabilmesi için evrensel sözleşmelerde ve ulusal çevre mevzuatı düzeyinde acil müdahale fonları oluşturulmaktadır.
Kirleten öder ilkesi, kirletenlere sebep oldukları kirlilikle mücadelenin bedelinin ödettirilmesinin yanı sıra, çevresel zararlara neden olan kişileri bu zararları azaltmaya ve daha az zararlara neden olacak yöntemler bulmaya da teşvik etmektedir.
Kirleten öder ilkesinin uygulanması esnasında karşı karşıya kalınan temel güçlükler vardır. Bunlardan en önemlileri kabul edilebilirlik düzeyinin nasıl belirleneceği, kirliliği önleme ve kontrol masraflarının nasıl ve ne ölçüde saptanabileceği ve önlemleri belirlemede hangi yaklaşımın esas alınacağı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilhassa kabul edilebilir durum ifadesinin kullanılması, çevrede belli ölçülerde kirliliğe olanak tanıyor olması nedeniyle ortaya çıkışı itibariyle eleştiri konusu yapılmıştır. Bu güçlüklerin aşılarak belirlenen önlemlerin uygulanması halinde de önceden düşünülemeyen ve beklenen amacın gerçekleşmesini engelleyici durumlarla karşı karşıya kalınabilmektedir. Kirleten öder ilkesine yöneltilen bunun dışında başlıca iki eleştiri vardır: a) Parası olan kişiler kirlilikle mücadelenin maliyetini tüketiciye yansıtarak kirletme hakkını satın almış olurlar, bu durum çevrenin zarar görmesinin engellenmesi amacı ile bağdaşmamaktadır. b) Bu ilke kirlenmenin önlenmesi, sınırlanması ve kirlenme ile mücadelenin masraflarının kirletene yüklenmesine dayanmakta ise, fiyatı belirlenemeyen çevresel unsurların fiyatı nasıl belirlenecektir?
İhtiyat İlkesi
İhtiyat İlkesi, 1970’lerde ilk defa Almanya’da uygulamaya aktarılmış bir ilkedir. İhtiyat ilkesi önce denizlerin korunmasına ilişkin metinlerde yer almaya başlamış ve sonra uygulama alanı küresel çevre sorunlarıyla, küresel balıkçılık konusuna doğru genişlemiştir.
İhtiyat ilkesi, bir faaliyetin çevre açısından olumsuz neticeler doğuracağı hususunda ciddi bir şüphenin var olması halinde bilimsel bir kanıtın ortaya çıkışı beklenmeden önleyici tedbirlerin alınmasını öngörmektedir. İhtiyat ilkesi önceden görülemeyen aksiliklere karşı bir yatırım ya da sigorta rolüne sahip olduğu gibi, şimdiki kaynakların korunmasını gelecek kuşaklar adına da olsa sağlayarak ekolojik yaklaşımı dikkate almış olmaktadır. Bir maddenin veya faaliyetin çevreye zararlı olduğunun ispatlanmasından sonra tedbir alınması, bu konuda çok geç kalınmış olması sonucunu doğurur. Bu gibi hallerde ihtiyat ilkesi, kamuya ve çevre konusunda karar verme mercilerine, sağduyu temeline dayanan oldukça önemli bir araç sunmuş olmaktadır.
İhtiyat ilkesinin ortaya çıkmasındaki en önemli etken bilimsel belirsizliktir. Elde kesin bir delil bulunmadığından dolayı çevreye zararlı olduğu ispatlanana kadar bir faaliyetin zararsız olduğunu kabul etmek, çevrenin korunması hususunda alınması gereken tedbirler bakımından ciddi bir engel teşkil edecektir. Zira bir faaliyetin veya maddenin çevreye zararlı olduğunun ispatlanmasından sonra tedbir alınması, bu konuda geç kalınmış olması sonucunu doğurabilecektir. İhtiyat ilkesi, bilimsel belirsizliğin ihtiyat ile risk arasında bir tercih yapılmasını gerektirdiği hallerde devreye girmekte, bilimsel belirsizliğin getirdiği riskin yüksek olduğu ve zarar tehdidinin giderilmez olduğu durumlarda, çevresel değerlere öncelik tanınarak çevresel riski oluşturan faaliyetlere söz konusu zarar ortaya çıkmadan önce engel olunmasını amaçlamaktadır. İhtiyat ilkesi bu bağlamda, bilimsel belirsizlik olgusunun çevreyi korumak için girişimlerde bulunmamanın bir gerekçesi olarak kullanılmasının önüne geçmeyi amaçlamaktadır.
Önceden Önleme İlkesi
Korumak tedavi etmekten iyidir şeklinde özetlenebilecek düşünceye dayanan bu ilke, çevre üzerinde olumsuz sonuçlar doğurabilecek faaliyetlerin olabilecek en erken aşamada engellenmesini amaçlamaktadır. Koruyucu hekim mantığına dayanan bu ilke uyarınca ilgili makamlar, henüz çevresel sorunlar ortaya çıkmadan harekete geçerek, çevresel tehditleri bertaraf etmelidir. Önleme ilkesi bu bağlamda, mevcut çevresel sorunların giderilmesi ile değil, aksine bu sorunlar henüz ortaya çıkmadan evvel öncelikle engellenmesi ile ilgilidir. Önleme ilkesi, çevre sorunlarının ortaya çıkmasından önce alınacak tedbirler bu sorunların ortaya çıkmasından sonra tedbir alınmasından daha akılcı ve ekonomiktir anlayışı üzerine kuruludur. Önleme ilkesi, bir bakıma ihtiyat ilkesinin çekirdeğini oluşturmaktadır. Bununla birlikte, önleme ilkesinin etkisi ihtiyat ilkesine göre daha düşüktür. Zira önleme ilkesi, mevcut bir çevresel tehlikenin söz konusu olması halinde uygulama alanı bulurken, ihtiyat ilkesinde çevresel bir tehlikenin olması önemli olmayıp, potansiyel bir zarar riskinin öngörülebilmesi yeterlidir. Bu durumda, daha sonra riskin ortaya çıkacak olmasının önemi yoktur. Bilimsel olarak böyle bir riskin olmayacağının ispatlanması anına kadar ihtiyat ilkesine göre hareket edilmelidir. Oysa önleme ilkesinin dikkate alınması için mutlaka çevresel zarar riskinin olması yeterlidir.
Entegrasyon İlkesi
Bu ilke adından da anlaşılacağı gibi, çevre korumanın ülkenin diğer politikalarıyla ve diğer sektörel faaliyetleriyle uyumlu hale getirilmesi demektir. Diğer bir deyişle, diğer politikalar saptanırken veya sektörel planlamalar yapılırken çevre korumanın gereklerinin dikkate alınması ve diğer politikaların buna göre revize edilmesi ve çevre politikası ile uyumlaştırılması anlamına gelmektedir.
Bütünleyicilik ilkesi olarak da adlandırılan entegrasyon ilkesi, iki başlık altında ele alınabilir. Dış entegrasyon çevre koruma gereklerinin diğer politika alanlarının şekillenmesi ve yürütülmesinde dikkate alınmasını öngörmektedir. Örneğin, Avrupa Topluluğu çevre politikasında, çevrenin korunması için gerekli faaliyetler diğer topluluk politikalarının bütünleyicisidir. Bu anlamda çevrenin korunması için gerekli olan esasların diğer bütün politikaların oluşturulmasında dikkate alınması dış entegrasyon olarak da adlandırılmaktadır. Diğer bir deyişle, çevre koruma faaliyetleri tarım, ticaret, ulaştırma vb. gibi diğer sektörel faaliyetlerle de uyumlu olmalıdır.
Diğer yandan, çevre hukukunun kendi içinde olması gereken uyum ise iç entegrasyon olarak adlandırılır. Buna göre çevre mevzuatının birbirleriyle çelişen ve çevre korumanın özüne aykırı olan düzenlemelerin olmaması gerekir. Örneğin, Türkiye sulak alanları koruma amaçlı düzenlenmiş olan Ramsar Sözleşmesine taraf ülkelerden biridir. Ancak iç mevzuatımızda, Bataklıkların Kurutulması Hakkında Kanun ve Devlet Su İşleri Kanunu, sulak alanların kurutulmasını Devlet Su İşlerine bir görev olarak vermiştir. Bu tür çelişkiler çevre mevzuatının diğer birçok kanun ve yönetmeliklerinde de yer almaktadır. Şu halde iç entegrasyonun sağlanması çevre koruma ve uygulamada bütünlük sağlanması açısından ve böylece daha etkin bir çevre koruma sağlanması daha bir önem kazanmaktadır.
Katılım İlkesi
Çevre hukukunda katılım ilkesi, bireylerin çevresel yönetim sürecinde rol oynamaları, etkide bulunmaları ve böylece kendi yaşamlarını şekillendirecek bu süreci yönlendirmelerini öngörmektedir. Katılım, çevresel kararların demokratik meşruiyetini ve etkililiğini artırmanın yanı sıra, halka idari kararların alınması ve yürütülmesi sürecinde denetleme imkânı sağlamakta, devlet idaresinde şeffaflığı artırmakta, ayrıca ilgili idari birime kararlarına temel oluşturacak sağlam bilgilere erişme olanağı sağlamakta ve idari kararların yerel koşulların da göz önünde bulundurularak alınmasını sağlamaktadır.
Katılım geniş anlamıyla bireylerin çevresel yönetim sürecinde rol oynamaları, etkide bulunmaları ve böylelikle kendi yaşamlarını şekillendirecek bu süreci yönlendirmeleri olarak da tanımlanabilir. Son zamanlarda, çevre sorunları ile mücadelede sırasında katılım ulusal ve uluslararası çevre politikası gündeminde ana tema olarak ortaya çıkmıştır. Çevreci kuruluşlar, vatandaşlar gibi birçok ilgi grubu çevre programlarının formüle edilmesi sürecinde önemli rol oynamaya başlamışlardır.
Çevre sorunları nedenleri ve sonuçları açısından insan ve onun kuruduğu sistem ile doğrudan ilintilidir. Bu nedenle sorunların giderilmesinde bireylerden hareket etmek ve çözümü onlarda aramak doğru olacaktır. Bireyi başlangıç alarak çevre sorunlarının üstesinden gelebilmek için de tüm vatandaşların konuya uygun düzeyde katılımlarının sağlanması gereklidir.
Halkın toplumun geleceğini yüküm altına sokan kararlara katılabilmesi için bazı haklara sahip olması gerekir. Aksi halde çevre korumada katılımın öneminden bahsetmek yetersizdir. Halkın katılımının sağlanabilmesi, her şeyden önce halkın bu konuda bilgi sahibi olmasına bağlıdır. Toplumu etkileyen veya etkileyecek olan bir konuda bilgi edinen halk daha sonra karar mekanizmasına dâhil olabilecektir.
Görülüyor ki, katılım ilkesinin hayata geçirilmesinin önkoşulu bilgi ve belge edinme hakkının kabulüdür. Katılımın gerçekleştirilebilmesi bu hakkı kullanacakların, katılacakları faaliyet veya konulardan haberdar olmalarına bağlıdır. Bu da ilgili belge ve bilgilere sahip kesimlerin bunları açıklaması, göstermesi ve/veya vermesi ile mümkün olabilecektir. İşte bu açıklama-gösterme-vermenin, bunlara sahip kesimlerin tercihine bırakılmayıp, talep edilme durumunda zorunlu kılınması, buna ilişkin bir hakkın tanınmasıyla sağlanmıştır. Nitekim bu yüzden, katılım ilkesine yer veren metinlerin hemen hepsinde aynı zamanda bilgi ve belgelere nasıl ulaşılacağı da belirtilmiştir. Bu bağlamda ülkemiz bakımından önem arz eden önemli bir düzenleme 2004 yılında yürürlüğe giren Bilgi Edinme Hakkı Kanunu’dur.
Bilgi edinme, katılım ve başvuru hakları, çevre hakkını gerçekleştirme araçlarıdır. Katılım ilkesini diğer ilkelerden ayıran temel özellik, bunun sadece ilke şeklinde değil, doğrudan doğruya bir hak olarak (çevre hakkının gerçekleştirilmesindeki usuli haklardan birisi) düzenlenmesinden kaynaklanmaktadır.
Türk çevre hukukunda katılım; Türk çevre mevzuatı kapsamında, çevre koruma adına özel bir başvuru tarzı ve süreci tanımlanmamıştır. Bu nedenle başvurular genel idare hukuku prensiplerine göre yapılmaktadır. Çevre kanununun 30’uncu maddesi idari makamlara başvuru açısından önemlidir. İlgili maddeye göre “çevreyi kirleten veya bozan bir faaliyetten zarar gören veya haberdar olan herkes ilgili mercilere başvurarak faaliyetle ilgili gerekli önlemlerin alınmasını veya faaliyetin durdurulmasını isteyebilir.” Çevre kanununda yer alan bu hüküm, hak arama özgürlüğünün çevre hakkı yönünden kullanılması biçimidir.
Maddede çevreyi bozan mevcut bir faaliyetten bahsedilmiştir. Oysaki bazı faaliyetlerin çevreyi olumsuz etkileyeceği faaliyete başlamadan da bilinebilir. Bu gibi haller için de idari başvuru yolunun açık olup olmadığı tartışmalı bir konudur. Bazı hukukçulara göre 30’uncu maddedeki ifadeye göre bir “olasılık” halinde idari makamlara başvurulamayacaktır. Ancak aynı kanunun 8/2’inci maddesinde şu şekilde bir ifade vardır; “kirlenme ihtimalinin bulunduğu durumlarda ilgililer kirlenmeyi önlemekle; kirlenmenin meydana geldiği hallerde kirleten, kirlenmeyi durdurmak, kirlenmenin etkilerini gidermek veya azaltmak için gerekli tedbirleri almakla yükümlüdürler” demektedir. Bu maddede sözü geçen “ilgililer” ise aynı kanunun 3/a maddesinde şöyle tanımlanmıştır; “Başta idare, meslek odaları, birlikler ve sivil toplum kuruluşları olmak üzere herkes, çevrenin korunması ve kirliliğin önlenmesi ile görevli olup bu konuda alınacak tedbirlere ve belirlenen esaslara uymakla yükümlüdürler.” Bu iki madde hükmü bir araya geldiğinde kamu kurum kuruluşlarının kirlenme ihtimalinin bulunduğu durumlarda bunu önlemekle yükümlü oldukları sonucuna ulaşılabilir.
Katılım konusunda Aarhus sözleşmesi (Çevresel Konularda Bilgiye Erişim, Çevresel Karar Verme Sürecine Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuru Sözleşmesi) oldukça önemlidir. 25 Haziran 1998 tarihinde Danimarka’nın Aarhus kentinde Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu tarafından imzaya açılan ve 30 Ekim 2001 tarihinde yürürlüğe giren Aarhus Sözleşmesi ele aldığı konular bakımından uluslararası çevre hukukunun gelişiminde yeni bir dönemi temsil ediyor. Aarhus Sözleşmesi, herkesin sağlıklı ve refah içinde bir çevre ortamında yaşama hakkını korumak amacıyla, çevresel konularda halkın bilgilendirilmesi, karar mekanizmalarına halkın katılımını ve yargıya başvurulabilmesi ile ilgili konuları içeriyor. Çevresel bilgilere erişim hakkı, çevresel kararların alınma sürecine katılım hakkı ve çevre ile ilgili konularda yargıya ve idari birimlere başvuru hakkı, çevresel sorunlara halkın katılımının sağlanmasına yönelik en önemli araçlar olarak sayılıyor. Sözleşmeye çoğu Avrupa ülkesi olmak üzere 40’ın üzerinde ülke imza atmış. Ancak dört bir yanında çevre ihlallerinin sürdüğü, mahkemelere taşınmış yüzlerce davanın bulunduğu Türkiye’nin bu sözleşmeye dahil olmak gibi ne bir niyeti ne de girişimi vardır.
Çevre Hakkının Tanımı
Çevre hakkı ise esas olarak insanı referans alarak tanımlanan bir haktır. Böyle bir referansla çevre hakkı, insanların sağlıklı bir çevrede yaşama yetkisi olarak tanımlanabilir. Bu hak tüm insanları için mutlaktır. Bu basit tanımdan hareketle çevre hakkının konusunun; çevrenin (hava, su, toprak, doğal kaynaklar, flora ve faunanın) korunması ve korunamamış olan çevrenin olması gereken (doğal) haline kavuşturulması için gerekli önlemlerin alınması olduğunu söyleyebiliriz. Çevre hakkının yararlanıcıları ise insanlar ve insanların oluşturduğu organizasyonlardır (devlet, kamu kurumları, özel kuruluşlar v.s.) Bunlar aynı zamanda çevre hakkının muhataplarıdır (sorumlularıdır). Gelecek kuşaklar henüz var olmadıkları için bu hakkın sorumlusu olmamalarına rağmen; yararlanıcıları arasında kabul edilmelidir.
Çevre hakkı her ne kadar insan referanslı tanımlansa da yaşanılan küre sadece insanların değil, diğer tüm canlıların da yaşamını sürdürmesi için kullandığı ortak bir mekân olduğu için bu hakkın yararlanıcıları arasında insan dışındaki tüm canlıları da saymak gerekir. Ancak, insan dışındaki canlıları, çevre hakkının sorumluları arasında saymak kanaatimizce doğru değildir. Çünkü çevreye verilen zarar, esas olarak insan eliyle verilmektedir. Böylece, çevreyi sadece insan referanslı değil de diğer canlıları da referans alarak yeniden tanımlayacak olursak; çevre hakkı, tüm canlıların sağlıklı bir çevrede yaşama yetkisidir diyebiliriz.
Türk hukukunda çevre hakkı
Çevre koruma konusunda getirilen yasal düzenlemeler ülkeden ülkeye değişiklikler göstermektedir. Çevre hakkı ülkemiz hukuksal düzenlemelerine kapsamlı olarak son dönemlerde girmiş olmasına rağmen 20’li 30’lu yılların yasalarında da çevreyle ilgili kimi hükümlerin bulunduğu anlaşılmaktadır. 1982 Anayasasının 56’ıncı maddesi ilk kez çevre hakkına anayasal nitelik kazandırmıştır. İlgili maddeye göre “Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevrenin kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşın ödevidir.”
Anayasadaki bu düzenleme incelendiğinde aslında çevre hakkının doğrudan bir düzenlemeye tabi tutulmadığı görülmektedir. Madde hükmü içerisinde “çevre için bir hak” veya “çevre hakkı” gibi sözcükler geçmemektedir. Fıkranın sözünde asıl vurgulanan yaşam hakkıdır.